Hava sıcaklığının yavaş yavaş düşüp yazı geride bıraktığımız bugünlerde İstanbullu’nun hafta sonu tatil rotası da ufak ufak batı kıyı şeridinden içerilere kaymaya başlıyor. Böyle bir arayış içerisindeyseniz işte size güzel bir alternatif: Eskişehir.
Araba yolculuğu ile İstanbul’dan ortalama 3 saatte varacağınız bu şehirde hem müzelere, hem yemeye içmeye, hem eğlenceye hem de tarihe tanıklık etmiş bir şehire doyabilirsiniz. Biz İbis Hotel‘de kaldık, hem yeri çok merkezi hem fiyat/kalite oranı oldukça iyi. Eğer müsait oda bulamıyorsanız bu otelin lokasyonunu baz alıp diğer alternatiflere de bakabilirsiniz.
Otele yerleşmemizin ardından geliş sebeplerimizden biri olan çiğbörek (lokallerin deyişiyle çibörek) yemeye Papağan’a gittik. Bir de Kırım diye bir zincir varmış ki biz bunu dönüşte duyduğumuz için deneyemedik, vaktiniz varsa ikisine de gidip bir karşılaştırma yapabilirsiniz. Porsiyonlar oldukça büyük, resimlere aldanıp 2 porsiyon söyledik ancak bir porsiyonda 5 tane çiğbörek bulunuyormuş. Ben hamur işine bayılırım, sonuçta öz be öz Türk’üm:)
Bunları mideye indirdikten sonra eritmek ve hazmedebilmek için de Odun Pazarı evlerine kadar yürüdük. Odun Pazarı evleri renkli eski Osmanlı tipi evlerinden meydana gelmiş ve günümüzde de yaşamın devam ettiği bir mahalleden oluşuyor. Sokaklar özellikle fotoğraf çekmeye meraklılar için doğal bir stüdyo kıvamında.
Evlerin arasından devam edip Kuşunlu Külliyesi’ne vardığımızda garip bir kalabalık ve organizasyon hareketliliği ile karşılaştık. İstesek denk getiremeyeceğimiz bir organizasyon olan Uluslararası Odunpazarı Cam Festivali’nin ortasında bulduk kendimizi. Yaklaşık 1,5 saat süren ve sıcak cam atölyesinde yapılan yayın esnasında İtalyan cam ustasının hünerlerini izledik.
Ve sonraki rotamız Atlıhan Lületaşı el sanatları çarşısı oldu. Lületaşının göründüğünden çok daha hafif ama bir o kadar da ince ustalık gerektiren ve takı/hediyelik eşya yapımında kullanıldığına orada şahit olduk. Özellikle lületaşından yapılan sigaralıkların kullanıldıkça nasıl nikotini emerek siyahlaştığını görünce insan kendi vücuduna bunu nasıl yapar diye düşünmeden geçemiyorsunuz. Buradan dilerseniz (bizim kadar şanslı değilseniz ve festivale tanıklık etmediyseniz) sırasıyla Cam Sanatları Müzesi ve Cumhuriyet Müzesini ücretsiz olarak gezebilirsiniz.
Sanat ve tarih turumuza biraz ara verip kendimizi tramvaya attık ve Kentpark denilen yapay bahçelerin, plajların olduğu bölgeye gittik. Belediye gerçekten iyi iş çıkarmış ve yapay da olsa farklı bir soluk alma alanı inşa etmiş Eskişehirlilere.
Akşamüstü olduğunda barlar sokağında biralayıp akşam yemeği için hazırlanmaya otelimize döndük. Yemek için hemen otelin karşısındaki Masa Restaurant’ta rezervasyon yaptırmıştık. Ekonomik tatilin merkezlerinden biri olan Eskişehir’in en pahalı balık restaurantını bulmuş yine de yemeklerimizden memnun kaldığımız için huysuzlanmayı bırakmıştık. Yolculuk ve uykusuzluk ağır basınca da gece eğlencesine katılamadık ama aldığımız duyumlara ve otelden gece 4’e kadar duyduğumuz (uykunuzu bölecek kadar değil) müziğe göre Eskişehirliler eğlenmeyi biliyor olmalı. Popüler eğlence adresleri; Haller Gençlik Merkezi ve 222 Park gece klubü imiş.
Ertesi gün ise Porsuk Çayı’nın kıyısından yürüyerek Devrim Arabası’nı görmeye Tülomsaş fabrikasına doğru yola çıktık. Güvenlik nezaretinde bahçede sergilenen arabanın yanına gidip fotoğraflarımızı çektikten sonra Porsuk’taki gondol turundan vazgeçip dönüş yoluna geçtik.
Dönüş yolunda Eskişehir ile ilgili vardığımız kanı ise; konumu ve öğrenci şehiri olmasının verdiği enerji ile ufak bir ziyareti fazlasıyla hakettiği yönündeydi…
Sirf devrime dokunmak icin bile gidilebilir gibi. Eskisehir giderek populerlesiyor sanirim, gun gecmiyor ki biri daha bu guzel sehri met etmesin. Belediyenin calismasini takdir ettim 🙂
ne yazikki sokakta devrim arabasi nerede? diye sordugumuz 3 kisiden 2’si cevap veremedi:(