Hayat bazen çok hızlı akıyor, bazen de öyle sürprizler yapıyorki raylardan çıkan treniniz kendi kendine yeni bir rota belirliyor. Bu sefer raylar bizi daha önceden planlanmış Madrid gezisine götürdü. Birkaç ay önce son dakika iptali yapmak zorunda kaldığımız seyahatimiz, acaba yazın tam ortasında nasıl olacak endişeleri taşıyordu. Ama avantajlarını da yaşamadık değil. Öncelikle bayram tatili olmasına rağmen Türk’ler Madrid’e akın etmemişti. İkincisi, ideal mevsimi olmadığı için çok merkezi ve yıldızı bol otellerin fiyatları çok uygundu. Son olarak güneşin tepede olduğu saatleri siesta saatlerine denk getirip otelinizde dinlenmeye çekilerek yerellere uyum sağladığınız sürece alın size mis gibi bayram şekeri tatili:)
Sol Meydanı’na yakın yerlerde kalırsanız görmeniz gereken yerlerin hemen hemen hepsine yürüyerek ulaşabilirsiniz. Bu meydan eski çağlarda şehirin giriş noktalarından biriymiş. Aynı zamanda bizim dönüş günü farkettiğimiz ve Madrid’in simgelerinden biri olan ayı ve kocayemiş ağacının heykeli de burada bulunuyor.
Sol Meydanı’nında doğu yönünde ilerlediğinizde birkaç sokak ötede Plaza Mayor’da buluyorsunuz kendinizi. Tam bir dikdörtgen şeklinde olan ve günümüzde ev olarak kullanılan binaların balkonlarının baktığı meydanın bir anlamı yok, ama ahenki sizi çekebiliyor. Oldukça turistik bir bölge olduğu için buralardaki kafeler çok tavsiye edilmiyor. Ama çevresindeki salaş dükkanlardan ekmek arası kalamar yemek en çok tavsiye edilen aktivitelerden bir tanesi. Benim favorim ise hemen doğu tarafından çıktığınızda sizi karşılayan Mercado San Miguel. Tıpkı Nişantaşı Mahalle konseptinde olan ve içeride ufak ufak standlardan ve şarapçılardan aldığınız yemeklerinizi ortadaki masalarda yiyebildiğiniz camdan kaplanmış kocaman bir market-kafe.
Yemekten sonra aynı yönde devam ederseniz öğlen 14:00’e kadar tepesinden Madrid panaromasını izleyebileceğiniz Katedral’e ulaşmış olursunuz. Hemen arkasında ise Palacio Real gün batımında çok güzel karelere mekan oluyor. Bize bu civarda kafe’lerdeki Paella’ların oldukça başarılı olduğu tavsiye edilmişti ancak biz denk getiremedik. Eğer Katedral’deki manzara saatini kaçırırsanız Callao Meydanı’ndaki El Corte Ingles mağazasının terasındaki Gourmet Experince adındaki cafe’de (burası da aynı Eataly’ye benziyor ama minyatürü) gün batımını, şarabınız ve nachos’unuz eşliğinde izleyebilirsiniz.
Madrid; geniş ve birçok şehir içi parkıyla nefes alınacak alanlar sağlarken, görsel olarak sizi eski zamanlara götüren binalarıyla oldukça gezilmeye değer bir şehir. El Retiro en büyük parklarından bir tanesi, içerisindeki yapay gölde sandal turu yapmak oldukça turistik bir aktivite olmuş. Park içindeki cafe’lerde soluklanıp, sokak göstericilerinin show’larını izleyebilirsiniz. Hatta herkes gibi çimlere uzanıp kitabınızı okuyarak bile dinlenebilirsiniz.
Parkın hemen önünde Prado müzesi bulunuyor. İspanyol Kraliyet koleksiyonuna dayanan eserler genellikle portreler üzerine. Reina Sofia müzesi ise modern sanat müzesi. Picasso, Dali, Miro gibi sanatçıların eserleri burada yer alıyor. Müzeler cenneti olan şehrin hemen hemen her sokağında bir de özel tiyatrolar var. Bir çok Avrupa şehrine göre kültürel anlamda oldukça zengin olan Madrid, bu konuda hakettiğinden daha az bir ünvana sahip hissini verdi bana.
Kabasakal hayvanlarla ilgili vahşetlere karşı çok hassas olduğu ve Arena’daki gösterilerin ilk dakikalarında gözyaşları ile dışarıya çıkan turist haberlerini okuduğumuz için Las Ventas Arena’sının yakınından dahi geçmedik. Bunun yerine bir tam günümüzü Madrid’in 74 Km güneyinde yer alan Toledo şehirine ayırdık.
Toledo
Hızlı tren ile yarım saatte vardığımız Toledo, İspanya’nın La Mancha bölgesinin merkezi oluyor. Bir tepe üzerine kurulmuş, dar ve kıvrımlı sokaklardan oluşan şehir Unesco’nun Dünya Mirasları listesine de girmiş. Ünlü Don Kişot kitabının yazarı Cervantes’in doğup büyüdüğü kasaba olarak biliniyor.
Bölge çelik üretimi ve özellikle de çelikten yapılmış bıçakları ve kılıçları ile meşhur olmuş. Hemen hemen bütün dükkanlarda filmlerde kullanılan kılıçların örnekleri satılıyor. Yüzüklerin efendisi, Kill Bill, Conan, Hobbit, Robin Hood, Troy ve 300 Spartalı gibi.
İnişli çıkışlı beton sokaklarında dolanırken bir labirentin içinde gibi hissediyorsunuz. En ihtişamlı binası Katedrali. İspanya’nın en büyük üçüncü katedrali imiş. Her gün 16:00-16:45 arası ufak gruplar için düzenlenen turlar aracılığı ile kuleye çıkarak şehiri panaromik olarak izleyebilirsiniz. Madrid’e gitmişken sadece yarım saatlik mesafedeki bu tarihi yolculuğun mutlaka yapılması gerektiğini düşünüyorum. Hatta tren biletinizi online olarak sabah saatlerine alırsanız siesta saatine kadar Madrid’e dönmüş bile olabilirsiniz.
Madrid’de Yeme-İçme
İspanya denilince akla gelen sadece bir değil birden fazla yeme-içme unsuru var. Ancak Madrid’e gidene kadar varlığından haberdar olmadığım ve #nosugar (şekersiz) hayatımı nadiren bozduğum anlardan biri Churros içindi. Bizim lokma’mızın şerbet yerine yağda kızartılmışı. Görüntü olarak ince uzun tulumba tatlısı şeklinde. Birlikte servis edilen eritilmiş çikolataya batırarak yemek gerekiyor. Sabah kahvaltısının olmazsa olmazlarından churros için en çok ziyaret edilen yer Chocolateria San Gines.
Tapas için bizim favorimiz Taberna Malaspina oldu. Alışık olduğumuz tapas boyutlarından daha büyük olarak sevis edilen Roast Beef’li tapasına bayıldım. Ancak tüm çeşitlerden tadabileceğiniz Tapas tabağı da değişik tadları denemek için idealdi.
Sangria ve Nachos için ise istimaket La Mucca. Sakin bir meydanda yer alan mekanın iç dekorasyonu da oldukça güzel. Biz yine de havanın güzel olmasını fırsat bilip Sangria’larımızın bizi açık havada çarpmasına izin verdik.
Daha geç saatler için ise bir kokteyl bar tercih etmek isterseniz Areia Chill Out güzel bir durak olabilir.
Son olarak paella için ise şehirin tüm köşelerinde lokal lezzeti denemek için imkan bulacaksınız
Madrid beni beklentilerimin çok üzerinde memnun ederek uğurladı. Belki başlıktaki gibi cennete değil ama gerçek evime. İnsanın evi, kalbinin attığı yermiş. Dört günlüğüne bize ev sahipliği yaptığı için bizim de kalbimizdeki yeri hep başka olacak.
Hic yurt disina cikmadan once Avrupa kitasinda gormek istedigin ulke dediklerinde cevabim her zaman İspanya olmustur. Bu tercihin altinda yatan etken ulkeyi arastirip dogal guzelliklerini, sosyal imkanlarini arastirip bilgi edinmis olmam degil, tamamen ulke hakkinda bilinc altinda edindigim intibahlar. Ornegin bir futbol fanatigi olarak Dünya’nin en iyi 2 takimi olan Barcelona ve Real Madrid ‘in bu ulke takimlari olmasi, bir Akdeniz ulkesi olmasi ve tarihimizde Fransa, Almanya, Ingiltere gibi isgalci-somurgeci devlerin aksine hep sempatik olaylarla yer almasi diyebilirim. Bir de flamenko:) Ispanyol muziklerini her zaman sevmisimdir 🙂 Ne kadar dogru bilmiyorum bu nedenlerden dolayi hep bariscil, sicakkanli insanlari olan sempatik bir ulke olarak gordum hep Ispanya’yi bir Fransa, Ingiltere, Almanya gibi kendisi ile buyukluk bakimindan esdeger Avrupa devletleri ile kiyaslayinca.
Yurt disina da tatil amacli hic cikamadim hep kisa sureli is seyahatlerim oldu ve gittigim ulkeleri detayli gezemedim. Bircok ulkeyi gordukten sonra sira Ispanya, Barcelona’ya gelince diger ulke seyahatlerinden farkli olarak oldukca da heyecanlandim. Oldukca kisa bir sure kalsam da sehir meydani ve insanlarin sicakkanligi diger ulkeler ile kiyaslanmayacak derecede beni etkiledi. Bilincaltimda yer bulan ‘en cok gormek istedigin ulke’ sorusuna verdigim cevabin son derece dogru bir tercih oldugunu anladim.
Madrid’e gitmedim ama Madrid’in de cok guzel bir sehir oldugunu biliyorum. Is disi, seyahat amacli ilk yurt disi tecrubem de bu yilin sonunda Ispanya olacak. Sirasi ile Barcelona-Valencia-Madrid sehirlerine tur. Madrid’i gezerken istanbuller’in bu makalede yer alan bilgiler elbette en onemli referanslar olacak 🙂
Hola! Alguien de mi grupo de Facebook nos compartio esta pagina para que la vieramos
y me ha gustado mucho. Un blog fantastico y un diseño fabuloso.
Un saludo
=)